Cumartesi, Eylül 26, 2009

Alternatif Eğitim

Dün ikinci kez baba oldum. Oğlumuz Tuna sağlıklı olarak bize katıldı.

Büyük şehirlerden uzakta, kırsalda, bir ilçede veya bir köyde kurulacak bir yaşam kurgusunu paylaştığım bir çok kişi böyle bir hayatı istemelerine rağmen çocuklarının eğitimlerini düşündükleri için büyük şehirlerden uzakta yaşayamayacaklarını söyler. Hatta bazı dostlarım işi biraz daha ileri götürerek, çocuklarımdan dolayı benim de alternatif bir yaşama geçemeyeceğimi iddaa ederler...
...
Bizim eğitim sistemimizde, üniversite sınavında, sinüs ve cosinüs değerleri problemlerde verilir, tüm tabloyu ezbere bilmenize gerek yoktur. İngilizlerin, Hindistan'ı sömürge olarak yönettikleri dönemde, Hintlilere cosinüs ve sinüs tablosunu ezberlettiklerini duymuştum. İngilizler, hintlilerin beyinlerini bu şekilde pasifleştirmeyi planlıyorlarmış. Birilerinin neye/nereye göre belirlediği bilinmeyen bir eğitim sistemine ne kadar güvenebilirim?

İnternetin ve dolayısı ile bilgiye ulaşabilmenin cep telefonuna kadar indiği günleri yaşıyoruz. Çok değil onbeş sene önce bu imkanların hiçbirine sahip değildik. Onbeş sene sonra bilgiye ulaşabilmede nasıl imkanlara sahip olabiliriz tahmin edemiyorum ama öngörüm tüm dünyada, tüm eğitim sisteminin değişmek zorunda olduğu yönünde. Önümüzdeki zaman içinde eğitim sistemi kaçınılmaz olarak internete endekslenecek.

Çocuklarımın alternatif yaşam çifliğini kuracağım ilçede/köydeki okula gitmeleri planlıyorum. Eşim ve benim okul dışı zamanlarda onların eğitimine ayıracak vaktimizin olacağını biliyorum. Liseyi isterlerse en yakındaki lisede, isterlerse açık lisede tamamlayabilirler. Onbeş sene sonra üniversite sınavının hala olacağını varsayarsam, çocuklarımın üniversite sınavındaki olası eğitim açıklarını internet üzerinden alacakları derslerle kapatacaklarına inanıyorum. Tabii bir de "üniversite okumak zorunda mıyız?" sorusu var ki o çocuklarımın verecekleri bir karar.

Bu noktada "Düşünce Gücüyle Tedavi" kitabından bir alıntı yapmak istiyorum:
Okullarda öğretilen ilk konunun "Düşüncelerimiz nasıl çalışıyor?" olmasını çok isterdim. Çocukların savaş tarihlerini ezberlemelerinin önemini hiç anlamış değilim. Düşünce enerjisinin ziyani gibi geliyor bana. Bunların yerine onlara şu tür önemli konuları öğretebiliriz. Zihin nasıl çalışır? Mali durumla nasıl baş edilir? Ekonomik güvence için nasıl yatırım yapılır? Nasıl anne baba olunur? Sağlıklı ilişkiler nasıl yaratılır? Özgüven ve özdeğer nasıl kazanılır ve korunur vb.

Çocuklarımın eğitimi konusunda yukarıda anlattığım ana çerçevede düşünürken Alternatif Eğitim Derneği web sayfası ile karşılaştım. Alternatif Eğtimin tarihçesi, alternatif eğitim uygulamaları, felsefi temelleri, değer ve ilkeleri hakkında geniş kapsamlı yazılar yayınlamışlar. Okuduklarım planladıklarıma olan inancımı arttırdı ve düşüncelerimin doğruluğunu eğitimci kişilerin gözünden görebilme şansını sağladı.

Çarşamba, Eylül 16, 2009

Kül Suyu




İnternette kül suyunun bulaşık ve çamaşır makinalarında doğal temizlik malzemesi olarak kullanılabileceğini okuyunca denemeye karar verdim.

Her zaman ekmek aldığım, odun ateşinde ekmek pişiren, fırına gittim. Küllerini nereye döktüklerini sordum, külleri döktükleri yeri gösterdiler, bir kova kül doldurdum. Kül dolu kova ile heyecanla eve geldim. Bir başka kovaya, yarım kova kül koyup kalan yarısını su ile doldurdum. Kovayı iyice karıştırıp, bahçede güneş gören bir yere koydum. Birkaç gün boyunca kovanın yanından gelip geçerken kovayı karıştırdım. İşleme başladıktan üç gün sonra kovanın üstündeki suyu, alttaki kül tabakasını bulandırmadan, dikkatlice süzdüm. Kül suyunu süzerken detarjan gibi köpürdü. Açık sarı renkli kül suyunu bir pet şişeye koydum.

Kül suyunu ilk olarak çamaşır makinasında denemeyi düşünüyordum ama deneme için kullanabileceğim yeteri miktarda kirli çamaşır olmadığı için bulaşık makinasında denemeye karar verdim. Yarısı oldu bulaşık makinasının, deterjan gözüne kül suyunu doldurdum. 55 derecelik programda makinayı çalıştırıp, bahçeye çıktım. Yarım saat sonra bahçeden içeri girip, makinaya baktım... Normalde çalışır durumdaki makinanın dijital gösterge bölümünde ışık yanması gerekiyorken, makinada hiçbir ışık yanmıyordu. O an bir şeylerin yanlış gittiğini anladım :) Bulaşık makinasının kapağını açtım, deterjan gözünde hiç kül suyu kalmamıştı. Bulaşıklar bir nebze temizlenmişti. Makinanın dibinde iki parmak kalınlığında su, tahliye olmadan birikip, kalmıştı. Üç, beş kez makinayı yeniden çalıştırmayı denediysem de makinada her hangi bir çalışma, enerji belirtisi olmadı. Sigortanın atmış olacağını düşünerek, sigortaları kontrol ettim. Tüm sigortalar sağlam görünüyordu. Yenilgiyi, başarısızlığı ve makinayı bozduğumu kabullenip denemeyi bıraktım.

Ertesi gün yetkili servisi arayıp, makinanın tamir edilmesi için talepte bulundum.

Nasıl oldu bilmiyorum ama bu deneme sonucunda makinanın ana kartı yanmış ve tamir edilmesi epey pahalıya patlayacak. Gelecek zaman kipinde yazıyorum çünkü ana kartın İstanbul'dan gelmesi birkaç günü bulacakmış.

Tüm bu sürecin sonunda en büyük kaybım hanımın ve kızımın gözünde çizilen "itibarım" ve ileride yapacağım deneysel faliyetlerdeki kredimin kaybolması oldu.

Şimdi nasıl olur da kül suyunu çamaşır makinasında denerim diye düşünüyorum.


19/Eylül/2009 NOTU : Bugün bulaşık makinası tamir edildi. Tamir sırasında ana kartın yanmasına detarjan bölümüne koyduğum "sıvının" etkisinin olup olmadığını sordum. Deterjan bölümüne koyduğum sıvının ana kartı yakamayacağı, elektrik akımında meydana gelen bir değişikliğin kartı yakmış olabileceği söylendi. Kuvvetle muhtemel ki kül suyu suçsuz. Yorum bölümünde dediğim gibi, makinanın bozulası vardı ve bu kül suyuna denk geldi...

* BU YAZININ YORUMLAR BÖLÜMÜNÜ VE KÜL SUYU 2 BAŞLIKLI YAZIYI OKUMANIZI TAVSİYE EDERİM...

Salı, Eylül 08, 2009

Köpekbalığı Tarzı Yönetim

Turkform adresinden bir alıntı ile konuya gireyim.

- - - - - - - - - - - - - -

Minik bir açıklama… İki tür stres vardır: yapıcı stres (eustress: cesaretlendirici ve teşvik edici stres türü) ve yıkıcı stres (distress: fizyolojik ve psikolojik olarak zarar verici stres türü). Yapıcı stres gereklidir; bizi canlı tutar. Yıkıcı stres ise şu günlerde yaşadığımız türden psikolojik ve fizyolojik etkileri negatif olan strestir.

Japonlar taze balığı hep çok sevmişlerdir. Fakat, Japonya sahillerinde bol balık bulmak mümkün olmamaktadır. Balıkçılar, Japon nüfusu doyurabilmek için, daha büyük tekneler yaptırıp daha uzaklara açılabilmişlerdir. Balık için uzaklara gidildikçe, geri dönmesi de daha çok vakit alır olmuştur. Dönüş bir iki günden daha uzarsa, tutulan balıkların da tazeliği kaybolmaktadır. Japonlar tazeliği kaybolmuş balığın lezzetini sevmemişlerdir. Bu problemi çözebilmek için, balıkçılar teknelerine soğuk hava depoları kurdurmuşlardır. Böylece, istedikleri kadar uzağa gidip tuttuklarını da soğuk hava deposunda dondurulmuş olarak saklayabileceklerdir. Ancak, Japon halkı taze ile donmuş balık arasındaki lezzet farkını hissedebilmekte ve donmuş olanlara fazla para ödemek istememektedirler. Balıkçılar bu defa teknelerine balık akvaryumları yaptırmışlardır. Balıklar içeride biraz fazla sıkışacaklar; hatta birbirlerine çarpa çarpa biraz aptallaşacaklar; ama yine de canlı kalabileceklerdir. Japon halkı canlı olmasına rağmen bu balıkların da lezzet farkını anlayabilmektedirler. Hareketsiz ve uyuşmuş vaziyette günlerce yol gelen balığın, canlı, diri ve hareketli taze balığa göre lezzeti yine etkilenmiştir.

Balıkçılar nasıl olacak da Japonya'ya taze ve lezzetli balığı getirebileceklerdir? Siz olsaydınız ne yapardınız?

Hedeflerinize ulaşır ulaşmaz -mesela, mükemmel bir eş buldunuz; çok başarılı bir firmaya girdiniz; borçları ödediniz; vs.- heyecanınız kaybolmaya başlamaz mı? Aşırı çalışmanız gerekmiyorsa rahatlamaz mısınız? Loto'da büyük ikramiyeyi kazananlar, parayı savurmaya başlamazlar mı?

Japonların taze balık probleminde olduğu gibi, çözüm aslında basittir: 1950’li yıllarda L. Ron Hubbart’ın gözlemlediği üzere, “İnsanoğlu ancak hırs iddiası içinde bulunursa anormal çabalar sarf eder”. Ne kadar akıllı, uzman ve inatçı iseniz, iyi bir problemle uğraşmaktan o kadar zevk alırsınız. Problem sizi ne kadar zorluyorsa ve siz onu adım adım çözebiliyorsanız, o derece bundan mutluluk ve heyecan duyar; enerji dolu ve canlı olur; ayakta kalırsınız.

Japonlar balıkları yine teknelerindeki akvaryumlarda tutmuşlar; ancak, içine küçük bir köpekbalığı da atmışlardır. Bir miktar balık, köpekbalığı tarafından yutulmuştur; ama geride kalanlar, son derece hareketli ve taze kalabilmişlerdir. Buradan da görüleceği üzere, problemlerden uzaklaşmaktansa onların içine atlamak, onlarla boğuşmak ve onları yenmek gerekir. Problemleriniz çok ve çeşitli olabilir. Ümitsiz olmayın. Onları tanıyın ve organize edin. Kararlı olun. Daha çok bilgi ve yardım desteğiyle onlarla savaşın. Beyninize bir köpekbalığı atın ve nelere ulaşabileceğinizi o zaman görün.


- - - - - - - - - - - - -

Köpekbalığı tarzı yönetim diye bir şey duymuştum. "Köpekbalığı Yönetimi" kelimeleri ile arama yapınca Japon balıkçıların yukarıda anlatılan tecrübesine ulaştım. Aradığım bilgi buydu ama yukarıdaki yazı işin yönetim boyutuna değinmeyen ve yazının geneline bakınca olumlu düşünceler içeren bir yazıydı.

İnternette araştırmaya devam ettim. Köpekbalığı tarzı yönetim hakkında bana anlatılan ve benim algıladığım anlamda bir bilgiye ulaşamadım. İş başa düştü ve yukarıdaki örnek üzerinden yönetim hakkında ben ne anlıyorum onu anlatmak istedim.
Köpekbalıkları ile aynı akvaryumda yüzmek zorunda olan ve sürekli köpekbalığı huzursuzluğu hisseden balıklar gibi işyerinde yöneticiler tarafından bilinçli/bilinçsiz yaratılan huzursuzluk ortamı ile çalışanlar sürekli stres altında tutuluyor ve çalışanlardan azami verim alınması hedefleniyor.

Bir işi yapmak için gerekli olan insan sayısından daha az sayıda insana, sinir, stres altında iş yaptırılıyorsa... Yapmanız gereken işin sizin/takımınızın yapabileceğinizden fazla olduğunu düşünüyorsunuz, durmaksızın çalışmanıza rağmen işler yetişmiyor, belki farkında değilsiniz ama birileri havuzunuza köpekbalığı atmış, keyifle sizi izliyor.

Mesai bitiminden sonra ve hatta haftasonları saatlerce mesai yapmak zorunda kalıyorsunuz. İşin doğasının bu olduğunu düşünüyor, kapının önüne konmamak için sesinizi çıkaramıyorsunuz. Yine köpekbalıkları ile yüzüyorsunuz.

Çalışkan, üretken ve yaratıcı olmam için köpekbalıklarına ihtiyacım yok. Gelin görün ki kaçımız kendi havuzumuzda yüzüyoruz?

Cumartesi, Eylül 05, 2009

Mercek (Büyüteç) Ne Kadar Isı Üretir?



Çocukluğumuzda bir çoğumuzun büyüteç ile kağıt yakmışlığı vardır.

Bu haftaki deneyimiz basit bir deney. Mercek (Büyüteç) ne kadar ısı üretir?

Deney malzemelerimiz:
(Resimde merceklerin çaplarını belirtmek için resime bir metre eklemiştim ama metrenin rakamları seçilmiyor)
5.5 cm çapında bir büyüteç,
10 cm çapında ikinci büyüteç,
Siyah bir zemin,
ve
300 C'ye kadar ölçüm yapabilen dijital bir termometre.

Deney zamanı : 13:00

Siyah zemin üzerindeki termometrenin ucuna 5.5 cm çaplı mercek ile odaklanan güneş ışığı 121 C azami ısıya ulaştı.

Siyah zemin üzerindeki termometrenin ucuna 10 cm çaplı mercek ile odaklanan güneş ışığı 204 C !! azami ısıya ulaştı.

Üç-Dört dakikada doğal yollardan 204 C'lik bir ısı.

Deneyimden çıkardığım sonuç mercek çapı büyüdükçe elde edilen azami ısı büyüyor. 10 cm den daha büyük çaplı bir mercekle 204 C'nin ne kadar üzerinde bir ısı elde edilebilir?

Merceği sürelik odak noktasında tutmak üstesinden gelinmesi gereken bir sorun, şimdilik bu sorunu insan gücü/dikkati ile aşabiliyorum. Mekanik/Otomatik olması durumunda çok ucuza, çok büyük bir enerji elde edilebilir. İşte size mühendislik fakültesi öğrencilerine dönem projesi...

Her Koyun Kendi Bacağından Asılır



Sıcak, Düz ve Kalabalık kitabını yeni bitirdim.

Kitaptan altını çizdiğim birkaç bölümü ve düşündüklerimi yazmak istedim.

"Çin ve Hindistan'da son otuz yılda 200 milyon kişi yoksulluktan kurtuldu ve artık köylerde değil, şehirlerde orta sınıf hayatı yaşıyor. Onların ardında bir 200 milyon, onlarında ardında bir 200 milyon kişi daha var. Hepsini de sırasını bekliyor. Bu insanların devletleri de onları Amerikan hayat tarzından yoksun bırakamayacak." Artan şehirli nüfus ve artan enerji talepleri tüketimi ve kirlenmeyi hızla tetikliyor.

Amerika'nın konfor ve gelişmişlik düzeyine gönderme yapıldıktan sonra: "Tüm gelişmekte olan ülkelerin bir anda bizim düzeyimizi yakaladıklarını varsayalım, dünya tüketim oranı 11 kat yükselir. Dünyanın nüfusu mevcut tüketim oranına göre 72 milyara ulaşmış gibi olur."

"Çin'de her yıl 45 milyar atılabilir yemek çubuğu kullanılıyor. Bu da 1.66 milyon metreküp kereste, yani milyonlarca yetişmiş ağaç demek."

"Petrol zengini devletlerde petrol fiyatıyla özgürlüğe yönelim hızı, ters yönde harekey eder. Yani ortalama ham petrol fiyatı ne kadar yüksekse, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, serbest ve adil seçimler, toplantı özgürlüğü, kamu yönetiminin şeffaflığı, adli bağımsızlık, hukukun üstünlüğü, bağımsız siyasi partilerin ve sivil toplum örgütlerinin kurulması gibi alanlardaki gerileme o kadar fazladır." "Bunun tersine petrol fiyatı ne kadar düşerse özgürlüğün hızı da o kadar yükselir."
Kitapta petrol varil fiyatı ve özgürlük ilişkisi uzun uzun anlatılıyor. Kitaptaki bu bölüm aile boyutunda oluşturulan alternatif yaşamların, zamanla birbirlerini örnek alarak yaygınlaşması ve makro boyuta gelmesi sonucu yaratacağı etkilerin dünyayı nasıl etkileyebileceği konusunda yeni açılımlar oluşturdu kafamda.
Kendi kendine yeten, asgari ölçüde dışa bağımlı, aydın, iyi eğitim almış ve fakat sistemin içine dahil almayı reddeden bireylerden oluşan binlerce ailenin olduğunu hayal edelim:

Türkiye'de neler olabilir?
* Kaliteli ve yetişmiş insanlar, emeklerinin ucuza alındığı, maaşlı kölelik sistemine girmezlerse, yani kaliteli iş gücü arzı azalırsa, fiyat/maaş ne olur?

Geçenlerde bir sohbette, yıllarca büyük maddi yatırımlar yaparak okutulacak çocuklarımızın onbeş, yirmi yıl içerisinde, şu an Filipinler ve Hindistan'daki ucuz ve "kaliteli" iş gücünün alternatifi olacağını dile getirdim. Karşı görüş olarak; Hindistan ve Filipinlerin bir zamanlar İngiliz sömürgesi olduğu ve bu nedenle İngilizce bilgilerinin eksiksiz olması sayesinde, gelişmiş ülkelerde yapılabilecek birçok işi ucuza yaptıkları belirtildi. Neyseki İngilizce öğrenme çılgınlığımız henüz "ana okulu seviyesine inmedi", hiçbir zaman İngiliz sömürgesi olmadığımıza şükredip, çocuklarımızın ucuz iş gücü olmayacağına sevindim ve sohbete başka bir konu ile devam ettim.

* Dünyanın en pahalı benzinini kullanan ülkenin vatandaşları olarak, Türkiye'de binlerce insanın yılda sadece beş, altı depo benzin/dizel kullandığını düşünelim. Hatta kullandıkları o beş, altı depo dizeli kendileri ürettiklerini düşünelim. Sizce Türkiye'de neler olur? Bu noktada kitaba geri dönelim. Dünya'da neler olur? Suudiler bu durumda olur mu? Kitaptan bu bölüm ile ilgili çıkardığım sonuç; binlerce alternatif yaşam çiftliği olursa Suudi kadınlar özgür olacak...

Türkiye'yi değiştirebilecek kadar çok sayıda insan Alternatif bir yaşam seçer mi? 170.000 insanın, kabaca 40.000 - 45.000 orta ve orta gelir düzeyinde, okumuş, aydın ailenin, Türkiye'de tüketim ve modern kölelik sisteminin dışana çıktığını hayal edin. 170.000 insan çok büyük bir rakam mı? Amishler aklıma geliyor. Gerçi onlar dini bir tarikat ama sonuçta Amerika gibi bir toplumda yaşayıp teknoloyi reddetmeyi başarmış 170.000 insan. Yanlış anlaşılmasın, biz de teknolojiyi reddedelim, Amish gibi yaşayalım demiyorum, amacım istenirse olabilirliğini göstermek.

Kitabın yazarı bir Amerikalı. Thomas Friedman. Satırlarında sık sık Amerikan politikalarını eleştiriyor, kitabın genelinde ise "Dünya lideri Amerika" vurgusu yapılıyor. Amerikanın yeniden dünya lideri olmasının, yapacağı Yeşil devrim ile mümkün olacağı belirtiliyor. Anlattıklarına bakınca haksız da sayılmaz. 11 Eylül'den sonra Amerikan politikasına getirdiği eleştiri çok yerinde.

11 Eylül'e kadar Amerika Arap dünyasına çeşitli benzin istasyonlarından oluşan bir zincir gibi davrandı: Suudi istasyonu, Libya istasyonu, Kuveyt istasyonu. "Bakın çocuklar" dedik onlara "anlaşmamız şöyle: Pompalarınızı açık, fiyatlarınızı düşük tutup Yahudilerle fazla uğraşmadıkça bunun karşılığında istediğinizi yapabilirsiniz. Kadınlarınıza kötü davranabilirsiniz. Vatandaşları9nızın hangi hakları varsa onları elinden alabilirsiniz. Hakkımızda istediğiniz çılgın kopmle teorilerini basabilirsiniz. Çocukjlarınızı istediğiniz kadar diğer inançlara karşı hoşgörüsüz yetiştirebilirsiniz. Camilerdeki vaazlarınızda istediğiniz zehri akıtabilirsiniz... Sadece pompalarınız açık, fiyatlarınız düşük olsun ve İsraillilerle de fazla itişip kakışmayın. Bunun karşılığında istediğinizi yapın."

Peki dünyayı kurtarmak için ne yapacağız? NTV, Home belgeselini yayınlandıktan sonra bir canlı yayınla dünya'yı nasıl kurtaracağız? konusunda çevreye "duyarlı" meşhur kişilerle bir program yaptı. Bu yıl sonunda Kopenhag'da dünya liderleri bir toplantı yapacaklarmış ve geleceğimizi belirleyeceklermiş, miş miş, muş muş. Büyük Çöküş sayfalarında Home belgeselinin yayını sırasında NTV nin içine düştüğü çelişki çok güzel anlatılmış. Sözde çevreci bankalarımızın buldukları çözümlere ne demeli? "Yeşil Fon" diye bir ŞEY çıkarmışlar. Çevre Kredi sunumunu internette yayınladıktan sonra çıkan bu ŞEY için ilk duyduğumda "İşte dedim biri benim fikrini fark etti ve değerlendiriyor" diye düşündüm. Girdim internete Yeşil Fon neymiş baktım. Çevreye duyarlı firmaların hisse senetlerinde oluşan bir portföy oluşturmuşlar, bana kakalamaya çalışıyorlar. Çevre Kredi benzeri bir proje ile gelin, şapka çıkarayım. Küçük bir hatırlatma yapmadan geçemeyeceğim. Çevre Kredi ve Bireysel Emeklilik için yazdığım yazıyı henüz kimse çürütmedi.

Kitaba dönelim ve bakalım kitap çözüm için ne diyor:

Acı gerçekse şöyle: Hepimizin yapması gereken kolay ve maliyetsiz eko verimlilik önlemlerinin hepsini toplasak, en iyi durumda elde edeceğimiz şey, çevreye verilen zararın büyümesinin azalmasıdır... Geri dönüşümü saplantıyla uygulamakla veya birkaç özel ampul takmakla çevreye verilen zararı sona erdiremeyiz. Uç teknolojik değişikliklerden ziyade enerji, ulaşım ve tarım sistemlerimizde temel değişiklikler yapmamız gerekir ve bu da şimdilik ve gelecekteki olası liderlerimizin tartışmaktan korkar göründüğü değişim ve maliyet meselesini gündeme getirir.

Bu sene sonunda Kopenhag'da dünya liderleri ne yapacak? Bana sorarsanız "mastürbasyon" derim.

Peki Yenilebilir Enerji bir çözüm olmaz mı? Olabilir tabii ama kitapta öyle bir bölüm var ki, bu bölümü okuduktan sonra fikrim değişti. Yenilebilir enerjinin petrole bir alternatif olabileceği konusunda daha umutsuz oldum. Bölümün adı: Taş Devri, elde taş kalmadı diye bitmedi. 1970 lerde petrol fiyatlarının çık hızlı ve yüksek artması karşısında o dönemin Suudi Arabistan petrol bakanı Zeki Yamani'nin OPEC üyesi meslektaşlarına uyarısı, anlatılanlara göre şöyle olmuş: "Unutmayın arkadaşlar, taş devri elde taş kalmadı diye bitmedi" Taş devri önce bronzdan, sonra demirden aletler yapıldığı için bitti. Yamani de petrol tüketen ülkelerin çabalarını birleştirerek yenilebilir enerji üretmesi veya enerji verimliliğinde üssel bir atılım sağlanması halinde, yerin altında milyonlarca varil petrol varken petrol çağının sona ereceğini biliyordu. Yani petrol varil fiyatı hiçbir zaman 500 dolar olmayacak (bu iyi haber), bu adamlar bu işi öyle güzel ayarlamaya devam edecekler ki, petrol her zaman alternatif enerji kaynaklarına göre daha ucuz tutulacak. Bu nedenle üretimini petrol kullanarak yapanlar her zaman daha ucuz maliyete sahip olacak.

Çözüm ne? Kitap der ki; Hükümetin istemediğimiz şeye (karbon salan kaynaklardan enerji elde edilmesi) vergi koyup, istediğimiz şeyi ( temiz enerjiye yönelik inovasyonlar) sübvanse etmesi gerekir. Sizce bunu yaparlar mı?

Buraya kadar kitaptan aldığım alıntılar kitabın ilk yarısını oluşturuyor. Kitabın sonraki yarısı ilk yarısı kadar aydınlatıcı ve lezzetli.

Yönetilemez olandan kaçınmak, kaçınılmaz olanı yönetmek. Küresel ısınma için bulunan sloganlardan biri. "Yönetici", "lider" konumundaki kimselerin birşey yapacağına inanmıyorum. Öyleyse bireysel kurtuluşlarımızı sorgulamalı, planlamalıyız. Çocukluğumda eve geç kaldığımda, düşük not aldığımda, "Ama anne Mehmet de eve geç gitti, Mehmet de düşük not aldı" gibi suçuma ortak arama girişimlerimi, annem "Her koyun kendi bacağından asılır" diyerek savuştururdu. İşime gelmediği için bu deyimi hiç sevmezdim.

Yani çıkardığım sonuç şu: Dünyayı yönetenlerin, özellikle Amerika'yı ve Çin'i yönetenlerin, bir şey yapacakları yok. Biz kendi çözümlerimizin peşinde koşalım, sonuçta her koyun kendi bacağından asılacak.

Çözümlerimiz neler olabilir sorusunun cevabı başka bir yazı konusu olabilir.